Modern anlamda toplu hâlde yaşamanın gerekliliği olarak Devlet düzenine geçişte yapılandırılan düzenlemelerin doğuşuna ve kabulüne bakmak gerekirse Hobbes ve Rousseau’ un toplum sözleşmesi teorilerine inmek mümkün. Türkiye’de Devletin temel organlarının yasama, yürütme ve yargı gücü ayrımlarından oluştuğunu, bu güçlerin kaynağının Anayasa olduğunu biliyoruz. Devletin ve toplumun düzenlenmesinde bu üçlünün görevleri yasalarla belirlenmiş durumda. Maalesef Cumhuriyetin ilanından itibaren siyasi hesaplara ve askeri müdahalelere maruz kalmış devletimizde kesintiye uğrayan sadece demokrasi olmamış, başlangıçta Devlet ihtiyacını var eden toplum sözleşmesi de bozulmuştur. Dönemlerin müsebbibi olan muktedirlerin sözleşmeyi ve demokrasiyi hiçe saymalarının toplum vicdanında açtığı yara yadsınamaz. “Şiddet şiddeti doğurur!” İleri teknoloji ve bilginin dönemi olan 2000’li yıllarla birlikte büyüyüp gelişen Medya dördüncü güç konumuna yerleşti. Bu güçle birlikte toplumda büyük değişiklikler yaşanmaya ve görünür olmaya başladı: psikolojik sorunların artması, toplumsal değerlerin yitirilmesi, mahremiyetin sosyal medyalar üzerinden afişe edilip beğeniye sunulması, aile yapısının bozulması, toplum içinde bireyin medyatik şekilsel ve görsel varoluş çabaları, görünür ve kabul edilir olma arzu ve eğilimleri. Sosyokültürel etkilerinin ötesinde medyanın baskın gücü belki de modernizme de bir başkaldırı gibi duruyor. Çünkü modern insan profilimiz bu değildi. Hiç şüphesiz ki bu değişimlerin sebebini sadece tek bir alana indirgemek doğru olmayacaktır. Ancak sosyolojik perspektif ile baktığımızda tabloda en büyük pay kitleler üzerinde önemli etkiye sahip kurum MEDYA’nın. Peki, medya nedir? “Medya, her çeşit bilgiyi bireye ve topluluklara aktaran, eğlendirme, bilgilendirme ve eğitme gibi üç temel sorumluluğa sahip görsel, işitsel araçların tümüne verilen isimdir.” Esasen kavram olarak toplumsal fayda getireceği umulan böylesine bir tanım işleyiş olarak bu görevi yerine getiriyor mu?
Son yıllarda hayatımızın damarlarına kadar giren sosyal medya sosyal hayatın bir parçası olmaktan çıkmış, özel hayat, kamusal hayat ayrımına da son vermiştir. İnsanların ihtiyaç ve arzularına sanal özgürlük mottosuyla cevap verdiği düşünülen medya örgütlenmesi, toplumsal değerlerin perde arkasında kalmasına neden olduğu gibi, insan ruhunun ihtiyacı olan manevi alanın boşluğunu da bulanıklaştırdı. Kullanımında toplumsal bir sözleşme gereği duyulmayan bu sanal dünya, başkalarınca var edilmek istenilen birey ve toplumun yaratılmasına da çok uygun bir alan. İnsanlar medyada sunulanlara özenmekte, bilinçaltlarına işlenenler üzerinden karar vermekte ve doğrudan toplumsal yaşamda davranışına da yansıtmaktadırlar. Devlet tarafından yapılan müdahalelerin sadece maddi para cezası, kamu spotu gibi yaptırımlarda kalması, basın özgürlüğü/bireysel özgürlük kavramlarıyla cevaplandırılması tehlikedeki riskin kabul edildiğini akıllara getiriyor. Bilgi ve teknoloji çağına atıfta bulunan Ulrich Beck’in risk toplumu (risk society) kavramı riskin meşrulaştırılması anlamında Devletçe benimsenmiş gibi görünüyor. Yeni bir sınıf mı yaratılıyor?...DEVAM EDECEK..