Sigmund Freud diyor ki:
"İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların 'tecrübe' dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana 'tecrübeli' denir."
Freud’un tecrübe ile ilgili görüşü anlamlı fakat irdelenmeye değer bir konudur. Kendimize, “nasıl bu duruma gelinir, nedenleri nelerdir ve kurtulmak mümkün müdür?” gibi sorular sormamız ve yanıtlamamız gerekir. Zaman zaman kırılsam da insanları hatta tüm varlıkları sevmek gibisi yok! Kırılmalarım artı değer katmıştır daima… Çünkü biz severek var olma bilinci ve güzelliğini yaşıyoruz. Çünkü tecrübe; içe dönük uygulandığında yaptığımız yanlışa varıp, o konuda kendimizi geliştirmemizle faydaya dönüşür.
“Tecrübeli bir gazeteci” dediğimizde, o kişinin bilgi ve birikimleri ile mesleki yeterliliğe sahip olduğunu anlıyoruz! Demek ki, yanlışlarımız ve kötü deneyimlerimiz kendi içimizde doğru kazanımlara dönüştürülebilir. Yaşadığımız sürecin gelişimlerini takip etmeye çalışan milyonlarca insan var. Düşünüyor muyuz, insanlar ne derece doğru bilgiye ulaşabiliyor ve bunu doğru yolda içselleştirip birikim kazanabiliyor? Kısa sürede kazanılmadığı görülse de, umarım bu sessizliğin gücü, içe dönük tecrübenin kazanım kumbarası olmuştur ve umarım içsel zenginliğimiz sevgiyle yıldızlaşıp özgürlüğe kavuşacaktır.
Tecrübenin dışa uygulanışının çoğunlukla bizi bencil, kindar ve acımasız yaptığını gözlemliyoruz. Dünyamıza karşı tecrübe kazanmak ancak çirkinlikleri, yanlışlıkları görüp doğruyu öğrenme, duyarlılık ve farkındalık kazanma şeklinde olursa güzel ve yararlıdır. Duygularda soğuma, eksilme, nefret başladı mı yavaş yavaş ’insanlığını kaybetme’ özellikleri görülmeye başlar. Tüketime, hazırcılığa dönük bir yaşam biçimini benimseme içgüdüsüyle başlayıp hırs, bencillik, kimlik çatışmaları ve böylece sosyal ilişkilerde bozulmayla nihayet ahlaki yozlaşmalara varan süreç; kopuş ve savrulmalar, sürüklenmeler, boşluk ve tabi ki acımasız çarkın onlar için örülmüş ağları…
Demek ki asıl sorun; çoğunluğumuzun acı tecrübelerini, gördüğümüz ve hissettiğimiz duygu çöküntülerini ve yanlışlıkları kendi içimizde sorgulamaksızın düzeni, hakkı ve adaleti dışarıdan, hep başkalarından bekliyor olmamız ve dahası bireyi olduğumuz toplumda geldiğimiz noktada sorumluluk payımızın olduğunu görmezlikten gelmemiz. Aile, vatan, millet ve bayrak kavramları, dolayısıyla bağlılık duygusu bu nedenle çok önemlidir belki de. Bu şekilde yoğun bir duygusal eksiklik de başka yan faktörlerin tetiklemesi veya feodal bir yaşantının şartlanmışlıkları ve etkileşimlerini üzerinden atamamanın sonucu ortaya çıkmıştır çoğunlukla. Merakla, araştırmakla başlayan bu amansız sürece, toplumsal bilinçle aydın bireyler olmanın sorumluluğu da dahil çok fazla gereksinim olduğuna inandığım bu günlerde, gelişim gücünün toplumumuzda hızla yayılması, geleceğimize sağlam bir temel oluşturması dileklerimle...
Herkes aynı koşullara ve şansa sahip değilken, insan yaşamı bu denli değersiz midir ki kendi kendinin katili olabilsin?