Kendisinden önceki geleneksel hikayeci tarih anlayışından sıyrılarak tarihin konusunu, insan toplumu ve medeniyetinin incelenmesi olarak açıklayan İbn-i Haldun her ne kadar yaşadığı dönemde anlaşılama da sonrasında en büyük tarih felsefesinin sahibi, sosyolojinin habercisi, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü gibi övgü dolu pek çok sıfat ile nitelendirilen büyük bir ilim ve fikir insanıdır. Çok yönlü eğitimi ile üstün dehasını birleştirerek asırlar öncesinden modern toplum bilimlerine ışık tutan büyük İslam alimi İbn-i Haldun’u biraz daha yakından tanımaya ne dersiniz?
Tam adı Ebu Zeyd Abdurrahman İbn Haldun el-Hadramî ya da Abdurrahman B. Muhammed B. Ebu Bekr Muhammed B. Hasan’dır. Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen'in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırdedilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılmıştır. (TDV İslam Ansiklopedisi) Haldun ismi de dokuzuncu göbekten dedesinden gelmektedir.
Eski ve soylu bir ailenin çocuğu olan İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332'de Tunus'ta dünyaya gelmiştir. İbn-i Haldun'un ilk öğretmeni, kendisini İslami ilimlerde ve edebiyatta yetiştirmis babası oldu. Babasından aldığı derslerle ve Kur‘an-ı Kerim‘i ezberleyerek öğrenimine başladı.
Ailesinin konumu dolayısıyla o dönemin en iyi alimlerinden Kur'an, Arap dilbilimi, Hadis ve Fıkıh alanlarında icazet aldı. O dönemin tanınmış kıraat âlimi Şeyh Abdullah Muhammed Bin Bezzal-i Ensari'den "Kur'an'ı Arapça‘nın yedi lehçesine göre yedi farklı şekilde okumayı" (Kıraat-ı Seba) öğrendi. Şatibiyye ve Raiyye Kasidelerini ezberledi. Kendi anlatımına göre Kur'an'ı, yedi kıraat üzerine yirmi bir defa hatmetti.
Böylece hem aklî hem naklî bilimlerde kendini geliştirdi. Ayrıca matematikçi ve filozof olan El-Âbilî'den matematik, mantık ve felsefe eğitimi aldı. İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, Fahreddin Razî ve Şerafeddin El-Tusî'nin eserlerini okudu.
1348 yılında, 17 yaşındayken üç kıtayı ve bu arada Tunus şehrini de etkisi altına alan büyük veba salgınında ailesini kaybetti. Hayatının son 24 yılını Kahire’de geçiren İbn-i Haldun, yüksek makamlarda bulunarak zamanın siyasi adamlarıyla çalışmştır. Çeşitli devlet görevlerinde bulunmus, mahkûm edilmiş, hapis yatmış ve sonra itibarı iade edilmiştir.
1374 yılında Afrika‘da küçük bir kasabaya çekilen İbn-i Haldun, bu süreçte meşhur “Mukaddime”sini kaleme almıştır. 1383-1406 yılları arasında Mısır‘da kadılık yapmış, 19 Mart 1406 yılında Kahire’de vefat etmiştir.
Siyasi bir deha olan İbn Haldun 14. yüzyılda Endülüs’te yaşamış ve zamanının kültürünü aşan Müslüman bir düşünürüdür. Modern toplumsal bilimlerin kurucusu, değerli bir Müslüman toplumsal kuramcı diye adlandırılır. Arıstotales, Platoni, Farabi, İbn-i Sina ve İbn Rüşd’den etkilenen İbn Haldun, geliştirdiği kuram ve fikirleriyle Kant, Montesquie ve Toynbee gibi isimleri de etkilemeyi başarmıştır.
40’lı yaşlardaki kritik dönemlerde siyasetten çekilerek 43 yaşlarında Bedevilerin arasında, 7 ciltten oluşan eseri Kitabul-İber‘in (Dünya Tarihi) bir nevi başlangıcı ya da önsözü niteliğinde olan ve dünyaca bilinen Mukaddime’yi, 5 ay gibi kısa bir sürede yazmıştır. Bu kitap, Osmanlı tarih anlayışını derinden etkilemistir. Cemil Meriç, Ibn-i Haldun için der ki; “Semasındaki tek yıldızdır.” (Bu Ülke)
İbn-i Haldun’un dünya çapında tanınıp ilgi görmesi oldukça yakın bir zamana tekabül etmektedir. Mukaddime’nin Türkçe‘ye çevrilmesi ancak 18. yüzyılda gerçekleşebilmiştir. İbn-i Haldun’un batı dünyasında tanınması 19. yüzyıla dek mümkün olmamıştır. İlk olarak 1806 yılında Silvestre De Sacy, yazdığı eserde İbn-i Haldun’dan bahsetmiştir. Ardından 1821 yılında Joseph Von Hammer - Purgstall, “Arab Montesquiue” olarak nitelendirdiği İbn-i Haldun hakkında bir makale yayımlamıştır. İbn-i Haldun hakkında yazılmış ilk İngilizce makale 1935 yılında Jakop Grefve tarafından “An Account of the Great Historical Work of the African Philosopher, İbn Khaldoun” başlığıyla yayımlanmıştır. (Okatan, 2016)
İbn-i Haldun, çeşitli yazarlar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak gösterilmiştir. Toynbee, ondan söz ederken, “Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibidir.” ifadelerini kullanır. Hitti‘ye göre İbn-i Haldun, İslamın en büyük tarih felsefecisidir. A. Ferreira ve Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar, İbn-i Haldun‘u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Bazı kaynaklarda ise tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olarak nitelendirirler.
İbn-i Haldun ve Tarih Felsefesi
- Rivayetçi tarih geleneğini tenkit ederek eleştirel tarih inşa etti.
İbn Haldun’un İslâm tarihçiliğine yaptığı en önemli katkı, o zamana kadar uygulanan İslâm tarih metodolojisine yönelttiği eleştirilerle tarih ilmini felsefî bir bakış tarzıyla incelemesidir. İbn Haldûn, bu açıdan İslâm dünyasının ilk tarih filozofu olarak kabul görmüş ve bu yönüyle de çeşitli araştırmalara konu olmuştur.
Yahudilik ve Hıristiyanlık kültürünün getirdiği ilerlemeci çizgisel tarih anlayışı geçmiş, gelecek ve şimdiyi kesin bir şekilde birbirinden ayırarak tarihe sonul bir amaç yükler. Böylece Ortaçağ’da zaman kutsallığından arındırılmış, insan özneleştirilmiştir. Tarihi kozmosa benzer bir döngüyle tekerrür eden biçimler olarak tasavvur eden döngüsel tarihten çizgisel tarih yaklaşımına geçilmiştir ve tüm batı düşünce tarihi bu mirası benimsemiştir. İslam’ın tarih yaklaşımı, kategorik ayrıştırmaların ötesine geçen farklı bir yapı ihtiva etmektedir. İslam düşünürü İbn-i Haldun tarihi ilahi yasanın getirdiği zorunluluklar (sünnetullah) ve toplumların çeşitliliğini oluşturan ârızi yönlerinin bağıntısı üzerinden analiz ederek ilk tarih metodolojisini kurmuş ve tarihi, felsefi/bilimsel bir temele oturtmuştur. Tarihi, varlığa içkin gördüğü döngüsel bir süreç olarak tasavvur etmiş, devletler, toplumlar, asabiyet bağları ile insan organizması arasında bir ilinti kurmuştur. İbn-i Haldun hem o döneme kadar olan tüm algıyı yerle bir ederek tarihi bilimselleştirmesi, hem de devletlerin ve toplumların dönüşümünü onu yaratan zorunluluklar içinde değerlendirmesi, görecelilik vurgusunu sosyal bilimlere dahil etmesi ile Rönesans fikirlerine öncülük etmiş bir düşünür olarak belirmiştir. Sonuç olarak onun organizmacı görüşleri 18. ve 19. yüzyılda batılı düşünürler tarafından yeniden üretilmiştir. (Nebati, 2019)
İbn-i Haldun’a göre, “tarih ilmi, gayesi şerefli, faydaları pek çok ve usulü gayet önemli olan bir disiplindir. Zira bu ilim, geçmişteki kavimlerin ahlakı, nebilerin gidişatı, hükümdarların devletleri ve siyasetleri ile ilgili hallere bizi vakıf kılar.” Özlem’e göre tarih sözcüğünün kökenine bakıldığında, istoria-istorein’den geldiği görülmektedir. “bilme”, “bilgi edinme”, “tanık olunan olayları bilme”, “haberdar olma” gibi anlamları içeren bu sözcük, sadece geçmişi değil doğa bilgisini bilme anlamında da kullanılmıştır. (Özlem, 2010, s. 25).
İbn-i Haldun’un tarih yaklaşımında zahiri ve batıni olmak üzere iki boyuttan bahsetmek mümkündür. Zahiri boyut olayların nakledilmesi ile ilgilidir. Başka deyişle; olayların sadece nakledilmesi ve bu anlamda bir tarih yazıcılığı, zahiri yaklaşım olarak görülmektedir. Böyle bir yaklaşımın günümüzdeki karşılığı daha çok tarih felsefesidir. İşte İbn-i Haldun, daha çok ikinci yaklaşımla paralel bir görüşü ve bu çerçevede döngüsel bir tarih anlayışını benimser. İbn-i Haldun, naslar yerine tecrübe ve gözleme dayalı, aklı merkeze alan incelemeyi esas alır. Ele aldığı konu/konular, modern sosyal bilimler ve sosyoloji ile örtüşse de metot ve yaklaşımları farklılıklar taşır. Normatif değildir.
İbn-i Haldun'un tarihi, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası, klasik felsefe anlayışı ile çelişir. Her ne kadar Aristo ve Platon'un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da her ikisi de tarihi, "bilgeliğin" bir dalı olarak görmezler. Aristo'ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür. Çünkü tarih, özel ve tikel olana yönelirken; şiir evrensel olana yönelmektedir.
Farabi ve İbni Sina'nın bilimler sınıflandırmasında da tarihin hiçbir yeri yoktur. İbn-i Haldun'un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için, düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir.
Mustafa Yıldız'a göre tarihin klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir. Karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon'un "İdealar Evreni" ya da Aristo'nun "Devinmeyen Devindirici"si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi.
İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir "ilk neden" (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu ilk nedeni incelemektir.
Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir. Yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir.
Dünyaca Bilinen Eseri Mukaddime
Giriş/önsöz mahiyetinde olsa da toplamından daha fazla olup fıkıh, edep, felsefe geleneği ile yazılmıştır. Temel modeller olarak tekrar edilişi, empirizme dair yapılanması, genel çatısı, gözlem, müşahedeye dair özgünlük ile gelenek arası bir yerdedir. Türkiye’ye gec girmiş, Osmanlı zamanında tercüme edilmiştir. 1806‘ da, Avrupa’da oryantalistler arasında tartışma başlamış ve Ibn-i Haldun’a modernlik atfedilmiştir. Entelektüel düşüncelere sahip olarak 14. yüzyılda İslam düşüncesine ait olmadığını söylemişlerdir. Endülüs yolculuklarının etkisi olduğunu düşünmüşlerdir. Bazı çevrelerce de modern olmadığı söylenmiştir. Modern midir yoksa modern öncesi midir arasında gelip gidilmiştir.
Mukaddime’nin Bölümlerini
1. İnsan medeniyeti, insan medeniyetinin farklı türleri ve dünya üzerindeki örnekleri,
2. Kabileler ve vahşi milletlerin de dahil olduğu çöl medeniyeti,
3. Siyasi otorite ve buradaki mücadeleler, sultanlıklar, halifelik ve kraliyet,
4. Yerleşik medeniyet, ülkeler ve şehirler,
5. Meslekler, yaşam tarzları, kazançlı meslekler ve çeşitli yönleri,
6. İlimler ve öğrenilmesi
İbn-i Haldun ve Umran İlmi
İbn-i Haldun’un “Umran İlmi” toplumları ve toplumsal olguları inceleyen,
tespit edilen özelliklerle bir takım farklılıklar ortaya koyan, belli sınıflandırmalar yapan, toplumdaki değişim ve gelişmeleri inceleyerek bir takım çıkarımlarda bulunan, tıpkı günümüz sosyolojisinin özelliklerini taşıyan bir alandır.
İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde Umran kelimesinin anlamını, “Toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek
maksadıyla şehire veya bir konaklama yerine inmek ve orada birlikte ikamet etmekten ibarettir.” şeklinde açıklar. Yine aynı eserde, Umran kavramına ilk kez değinmesi ise şöyledir: “Bu eserde umranın ve medenileşmenin hallerini, zati arazlardan (kendine özgü bulgulardan) olmak üzere insan topluluklarına arız olan (sonradan ortaya çıkan) hususları açıkladım.“ (Okatan, 2016)
İbn-i Haldun sadece toplum hayatında değil, siyasi hayatta da ahlaki kurallara riayet etmenin önemini vurgulamaktadır. Sürdürülebilir bir toplum yapısında tutarlılığın önemini tüm eserlerinde hissettirmiştir. Başka bir ifadeyle fiziksel tecrübe dünyasını ya da deneyimsel unsurları esas alarak daha pozitif bir takım olgularla toplumsal yapıları izah eder.
İbn-i Haldun ilk kez kendisinin ortaya koyduğunu iddia ettiği “Umran İlmi”
nin konusunu ortaya koymakla ilgili olarak bir takım açıklamalarda bulunarak örnekler vermiştir. Bunun dışında aslında bunu yapmak zorunluluğunun bulunmadığını zira bir ilmi ortaya koyan kimsenin bu ilmin konusunu da tüm detaylarıyla ortaya koyarak ispatlamak gibi bir külfeti olmadığını ifade etmiştir.
İbn-i Haldun’un Asabiyet Teorisi
Asabiyet kavramı; kan bağına dayanılan kabile sosyal hayatıyla özdeşleşmiş küçük grup arasında dayanışmayla ifade etmek için kullanılmaktadır. Asabiyet duygusu kabile üyelerinin can ve mal konusunda birbirlerine güvenmelerini sağlamakla birlikte birbirleri için fedakârlık yapabilmelerini ve kabilenin dayanışma içinde olmasını garanti altına almaktadır. Bu duygu kabile bireylerine, kabileleri için savaşma, öldürme veya bu uğurda can verme motivasyonunu sağlamaktadır. Rosenthal, bu kavramı, “group feeling” şeklinde İngilizce’ye aktarmıştır. Örneğin İbn-i Haldun'un Mukaddime adlı eserinin çevirisini hazırlamış olan Uludağ, kitabın giriş kısmında asabiyet kavramını şöyle tanımlamıştır: "Asabiyet, arka çıkmayı ve birbirini tutmayı sağlayan doğal bir duygudur. (Tutkunluk hissi) Bu duygu, şartlar oluşunca kendiliğinden geçer. Aynı ırka mensub olanların, aynı ülkede ve bölgede yaşayanların, aynı dine, mezhebe veya ideolojiye bağlı olanların - bir futbol takımını tutar gibi- birbirini tutmaları, birbirine bağlanmalarını temin eden histir, bir ekip bilinci ve takım ruhudur." (Uludağ, s. 95)
İbn-i Haldun, asabiyet duygusunun kan bağı yoluyla oluşabileceği gibi din, dil, kültür gibi çeşitli soyut yollarla da oluşabileceğini savunmaktadır. Siyasi liderin liderlik vasfını sağlamlaştırabilmek adına bu asabiyet duygusunun gücüne ihtiyaç duyduğunu ifade eden İbn-i Haldun, bu yönüyle bize Max Weber’in kullandığı “Karizmatik Otorite” kavramını anımsatmaktadır.
Asabiyetin hem sebebi, hem de sonucu olarak kabul edilebilecek çift yönlü bir sonuçtur. Asabiyetin yeterince kuvvetli olmaması topluluğun yenik düşerek bağımsızlığını kaybetmesine neden olurken; boyunduruk altındaki bir topluluğun devlete bağlılığı, asabiyetten ziyade korkudan ileri geldiği için asabiyet de zaman içinde kaybolmaktadır. (İBN HALDUN, Mukaddime I, s. 352)
İbni Haldun’a göre göçebe topluluklarda nesep asabiyetine dayalı bağlılık ön plandayken yerleşik toplumlarda sebep asabiyetine dayalı bağlılık ön plana çıkmaktadır. Devlet ise nesep asabiyetinden sebep asabiyetine geçmenin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. (FINDIKOĞLU, s. 149)
İbn-i Haldun asabiyet kavramını birden fazla anlama karşılık gelecek şekilde kullanmıştır. İlk olarak, nesep veya soy bağından gelen tabii ve fiziki beraberlik anlamı karşımıza çıkmaktadır. İkinci olarak devletin varlığı, üçüncü olarak dini bağlılık ve son olarak da bazen hilafet kudreti anlamlarına gelecek şekilde kullanmıştır. İbn-i Haldun’a göre, devlet güç kazandıktan ve büyüdükten sonra artık ayakta kalabilmek için asabiyete ihtiyaç duymayacaktır. Çünkü ihtiyaç duyduğu bağlılık ve sadakati yaratacak kurumlara ve otoriteye sahiptir. (İBN HALDUN, Mukaddime I, s. 374)
İbn-i Haldun‘un bir çok yönünü, bu kısa çalışmamızda ifade etmek oldukça zor, hatta imkansız olsa da son olarak bir kaç satırla daha İbn-i Haldun’u dergimizde ağırlamak isteriz. Avrupa merkezli tarih yaklaşımı, Hıristiyan ve Yahudi tarih anlayışını yeniden üreterek Avrupa’yı ileri, mağlupların tarihini ise geri olarak ortaya koymuştur. Modernist bakış açısının dayattığı, tek boyutlu ilerleme algısının hapsolduğu sığlığın aşılmasına, İbn-i Haldun gibi İslam düşünürlerinin fikirlerinin şimdileştirilmesi ve entelektüel yeniden üretim sürecine katılması önemli bir katkı sağlayacaktır. İbn-i Haldun, hem o döneme kadar olan tüm algıyı yerle bir ederek tarihi bilimselleştirmesi, hem de devletlerin ve toplumların dönüşümünü, onu yaratan zorunlulukları (ilahi yasalar) içinde değerlendirmesi, görecelilik vurgusunu sosyal bilimlere dahil etmesi ile Rönesans fikirlerine öncülük etmiş bir düşünürdür. Öyle ki onun organizmacı görüşleri 20. yüzyılda Spengler ve Toynbee gibi düşünürler tarafından yeniden üretilmiştir.
Tarih ile toplumbilim arasında bir köprü kuran İbn Haldun’un felsefesi ancak yüzyıllar sonra yakalanabilmiştir. Tarihin ilerlemeciliği, erekselliği, sonulluğu ve zamanın yönelimi konusundaki tartışmalar, batının entelektüel hegemonyası ve onun dili üzerinden üretilmektedir. Ancak felsefi üretim, İslam felsefesinin sunduğu derinliğe mesafeli durduğu ve onu kavramadığı sürece kategorik tartışmalar içine hapsolmaya, sığ sularda yüzmeye mahkûmdur. (Nebati N. 2019)
Eserleri
Kaside-i Bürde Şerhi, İbn Rüşd Felsefesi hakkında bir risale, mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık), Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab), Marakeş sultanına yazılan bir risale, şiire dair bir risale.