CENNE ULU CAMİ BELGESELİ ÜZERİNE SOSYOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME
Cenne Ulu Cami, yalnızca bir mimari yapının tarihini anlatmıyor. Halkın ekonomik güçlüklerle yaşadığı bir alanda nasıl kolektif bilinç ayakta tutulur onu görüyoruz. İnsanların günlük 1 doların altında kazancı olduğu ve günde 3 öğün yemek yemenin şans sayıldığı bir bilinç…Yaşam kalitesinin alt safhalarda olmasından dolayı , ölüm yaşı çok erken ve sarı humma, sıtma gibi hastalıklar sık yaşanıyor. Belgeselin bir bölümünde çocuk kardeşini sarı humma hastalığından kaybettiğini anlatırken ’Çocuk doktoru olmak istiyorum,Cenne’ye dönüp tüm çocukları tedavi edeceğim’diyor.Buradan anladığımız, ekonomik yetersizliğin yanında sağlık alanınında da güçlükler var. Hastalanan insanların iyileşme şansı olmuyor. Yine belgeselde 65 yaşında olan Osamaname isimli adam bu yaşa kadar yaşayabilen tek kişi olduğu için saygı görüyor. Herkes onun bilge kişi olduğuna inanıyor.
Bütün bu zorlukları biraz bile olsa unutmalarına vesile olan bir şey var. Cenne Ulu Cami’nin onarımı… 50.000 kişinin aynı anda namaz kılabileceği kadar büyük olan bu cami 1000 yıldır ayakta ve her yıl halk tarafından onarılıyor. Osamaname, 5 yaşından beri onarıma destek veriyor, çocuklarına ve halka da bu konuda önayak oluyor. Halk her yıl bu onarımı büyük bir heyecan ile bekliyor. Bu zamanı ise çamurun kıvamına bakarak sadece bu bilge kişi anlıyor ve zamanı gelince herkes el birliği ile harekete geçiyor.Erkekler çamurları camiye taşıyor, kadınlar kuyulardan su taşıyor ve herkes kendi görevinin farkında.Bir gün sonra sıvama yapılıyor ve bittiğinde hep birlikte namazın ardından bunu kutlamaya başlıyorlar. Birbirlerine çamur fırlatıyorlar, dans ediyorlar ve bunun iyi şans getirdiğine inanıyorlar.
Bu belgeselde ilk dikkat çeken şey; bu onarım aslında Durkheim’ın deyimiyle toplumsal bir ritüel. İnsanları bir araya getiren,aidiyetlerini pekiştiren kolektif bir deneyim. Genele baktığımızda Bourdieo’nun habitus ve kültürek sermaye kavramlarını da çok net görüyoruz. ’Toplumun içselleştirdiği kültürel bir alışkanlık’ mevcut. 1000 yıldır süregelen bir gelenek olması bu kültürel yapının miras olarak aktarımını sağlıyor. Belgeselin sonunda Osamaname ’Çocuklara bırakabileceğimiz en büyük miras bu’ sözüne vurgu yapıyor. Habituslarında, yaşamaktan başka bir şeyleri olmayan bu insanların tutundukları en kıymetli sembolün de bu miras olduğunu görüyoruz.
Yaradılış olarak insan ihtiyaçlarına baktığımızda Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi piramidinin en üstünde ’kendini gerçekleştirme’ kavramını görürüz. Cami onarımına katılmak kişiye aidiyet duygusu verir.Kişiler kültürel mirasa katkıda bulunarak kendi varoluşlarına bir anlam katarlar. Belgeselde öğretmen olan kadın ’Bugün biz tüm dertlerimizi unuttuk,kendimiz için değil başkaları için bir şey yaptık,sadece kendimiz için değil tüm Müslümanlar için dua ettik’ diyor.
Burada bu kavram çok net gözüküyor…Yine bu noktada Goffman’ın ’sahne ’performansı’ kavramını da düşünürsek senede bir yapılan cami onarımı heyecanla bekleniyor.Neden ? Bireyler burada ’ben de varım’, ’ ben de katkı sunuyorum’ diyerek kendilerini o sahnede göstermek isterler. Bu da kendini başka şeyler üzerinden var etme ve kendini gerçekleştirmedir.
Bu belgesel kendi habitusunda yaşamaktan başka çaresi olmayan insanların ’çamur’ simgesiyle nasıl da birbirlerine tutunduklarını çok güzel göstermiş. Tam da bu noktada Marx’ın ’Din kitlelerin afyonudur’ sözünü söylemek gerekecek. Hayatta hiçbir şeyi olmayan birinin umudu yalnızca dindir ve o acıya yalnızca inandıkları şey sayesinde katlanabilirler. Buradaki din kavramının salt bir düşünceden ziyade; inandığımız ve inanmak istediğimiz, bizi diri tutabilen her şeyi kapsadığını düşünmek en doğrusu.
Cenne cami, bir yapıdan çok birlikte inşa edilen bir ruhun bir sembolün kalıcılığını da hatırlatıyor. Toplumun birlik,dayanışma ve kimlik duygusunun bir mimariye sinmiş halidir…
GÜLDEN BURÇİN ALBAYRAK

